“İstanbul’da Nasıl Eğleniyorduk?”, 1920 ve 30’ların İstanbul eğlence hayatını ve gündelik yaşamını bir gazetecinin röportajlarından yaklaşık 1.5 yıl boyunca takip eden haftalık e-bülten olarak Aposto‘da yayımlandı. Arkadaşım Oğul Doğa Gökşin ile bu e-bülten sayesinde İstanbul’un bu yıllarında âdeta semt semt, ilçe ilçe gezdik, şehre dair pek çok şey öğrenme ve aktarma fırsatı bulduk. Aslında bizimkisi tam olarak bir veda değildi. “İstanbul’da Nasıl Eğleniyorduk?” başka şekillerde ve başka yerlerde yoluna devam edecek. Çünkü her şeye ve herkese rağmen “eğlence” hiçbir zaman bitmez.
Hikâyenin başlangıcı
Yazılarını takip ettiğimiz gazeteci Mehmet Selahattin Güngör’e ilk defa tezimle ilgili eski gazeteleri incelerken rast gelmiştim. Bir, iki, üç derken böylece toplamda 250 tane yazısı olduğunu görmüştüm. Dolayısıyla aklımın bir köşesine -tabii ki dosyama da- bu yazıları kaydetmiştim. Zaten bir süredir İstanbul üzerine çalışmak da aklımdaydı. Bu yüzden önce bir kitaba dönüştürmeyi istiyordum bu yazıları. Ama ülke yayıncılığının içinde bulunduğu durum malum! Daha sonra gel zaman git zaman arkadaşım Esra Ece Kuleci’nin de yardımlarıyla rotayı değiştirdim. Ardından böyle bir yayını tek başına yapmaktansa kafasının çalışma yapısını sevdiğim, beraber çalışmaktan keyif alabileceğim biriyle yapmayı istedim ve bu noktada devreye arkadaşım Oğul Doğa Gökşin girdi. Böylece Oğul ile işe koyulduk ve “İstanbul’da Nasıl Eğleniyorduk?”un tohumlarını Ayvalık’ta attık.
Peki “İstanbul’da Nasıl Eğleniyorduk?” okuyucularla nasıl buluşacaktı? Burada da devreye Aposto girdi. Fikrimize ilk başından itibaren destek oldular. Böylece iki arkadaşın hobisi olarak başlayan bu yolculuk ağır ama emin adımlarla yoluna devam ederek 1.5 yıl devam etti.
Mesleğim gereği pek çok tarih konusu üzerine çalıştım, çalışmaya da devam ediyorum. Ama itiraf etmem lazım ki aralarında en keyif aldığım “İstanbul’da Nasıl Eğleniyorduk?” oldu. Çünkü akademinin o “sıkışmışlık ve tekdüzelik” sınırlarından çıkmamı sağlamıştı. Bunun yanı sıra insanın yaşadığı şehri tanımasının o şehirle kurduğu bağı arttıracağına inandığımdan da olabilir. Hele de söz konusu şehir İstanbul ise!
“İstanbul’da Nasıl Eğleniyorduk?” bana pek çok şey kattı: Ortak bir paydamın olduğu birçok kişiyle tanıştım. Buna ek olarak İstanbul’u daha iyi tanıdım, tanıdıkça daha çok sevdim. Şehrin kaybettiklerine üzüldüm, hâlâ var olanlara sevindim. Ayrıca herkesin İstanbul’unun başka olduğunu fark ettim. Bugünden kaçıp düne sığındım. Geçmişin kaldırımlarını adımlarken ayağımızın takıldığı bir taşın bile bir hikâyesi olabileceğini anladım. Üstelik tıpkı İstanbul gibi her şeye rağmen mücadeleden vazgeçmeyip yolumuza devam etmemiz gerektiğini öğrendim.
Bu yayın için ilk teşekkürü Mehmet Selahattin Güngör’e etmeliyim sanırım. Çünkü beni bu yolculuğa çıkaran en başta oydu. Kendisinin şimdiye kadar 70 civarı yazını yayımladık. Ama bundan çok daha fazlası var. Bu yüzden belki ileride onun yazılarını farklı şekillerde de değerlendirebilirim.
Aşağıda “İstanbul’da Nasıl Eğleniyorduk?”un her sayısının giriş kısmını ve ve o sayının linkini bulabilirsiniz.
70’lik Rakıya Ne Deseler Beğenirsiniz! #1
Yaz aylarının bitip kışın geldiğini ekim ayı ile birlikte iyice hissediyoruz. Kombiler yavaş yavaş yakılmaya başlandı. Sabahları karanlıkta uyanıp metronun karanlık camından kendimizi izleyerek işin, okulun yolunu tutar olduk. Yazdan kalma bikini/mayo izlerimiz ise zamana direnmeye devam ediyor.
Şehre yeni gelenlerle eskilerin kaynaşmaya başladığı, İstiklal’in, Kadıköy’ün sokaklarının arşınlandığı, şehrin her yanından etkinliklerin fışkırdığı İstanbul, sonbahara inat yaşamla dolup taşıyor, şişede durduğu gibi durmuyor.
Eğlence hayatının şekil değiştirdiği bu dönemde sizi İstanbul’un eski eğlence hayatında bir yolculuğa çıkarmak istedik. Bu yüzden bu bültende 1920’lerin sonundan 1930’ların başına, İstanbul’daki eğlence hayatının izini hep birlikte süreceğiz. Bunun için rehberimiz, genç bir gazetecinin Milliyet gazetesinde yayımlanan, İstanbul’un eğlence hayatını konu aldığı yazıları olacak.
Bu hafta söz konusu genç gazeteci Mehmet Selahattin Güngör’ün 27 Ekim 1928 tarihli yazısını okuyacağız, ardından da mırmırık bozadan Hilal-i Ahdar Cemiyeti’ne, Üzüm Kızı’ndan Türklerin samimi dostu Mister Jonson’a değinip ehli keyiflerin rakı yerine neden şırayı tercih ettiklerini mercek altına alacağız. Ayrıca dönemin içki aleyhtarı Fahrettin Kerim’in kısa boyu sebebiyle 25’lik rakıya isminin verildiğini öğrenip “70’lik rakıya ne isim takardık” diye düşünmekten kendimizi alıkoyamayacağız. Buna ek olarak Mehmet Selahattin’in yazılarında rast geldiğimiz argo kelimeler ve tabirlerden oluşan ‘Argo Sözlüğü’n ardından ‘Satıyoruuumm saaattım!’ diyerek bülteni kapatacağız.
“Serbest Yaşamak İsteyenler Bu Tarafa!” #2
Türkiye, içinde bulunduğumuz süreçte 45’inci çok partili seçimin erken mi yoksa 2023’te mi yapılacağını tartışadursun biz ilk kez iki partinin katıldığı seçimlere, 1930 yerel seçimlerine uzanıyoruz. Bu seçimlerin bir diğer özelliği de kadınların seçme ve seçilme hakkına sahip olduğu ilk seçim olması.
O dönem yoğun olarak gayrimüslimlerin yaşadığı Kumkapı’dayız. Serbest Cumhuriyet Fırkası ve Cumhuriyet Halk Fırkası arasındaki çekişmeyi, rehberimiz Mehmet Selahattin’in kaleminden takip ediyoruz: Seçimlerin sadece bir seçme eylemi, oy pusulalarının sadece bir kağıttan ibaret olmadığını gözler önüne seriyor.
Bir tarafta “gel abi gel, Sebest’e gel” diye bağıranlar, diğer tarafta “Bunlar gerici! Bunlar yankesici!” suçlamaları. Satır Arasından bölümünde SCF’nin İzmir mitingi esnasında ölen 14 yaşındaki çocuğun babasından “Bu ilk kurbanımız, gerekirse daha da veririz. Yeter ki kurtar bizi” sözlerini işitiyoruz. Dönemin seçim propagandalarına bir bakış atıp sandıkların kiliseye konmasının yarattığı sıkıntıları dinliyoruz.
Perde Arkası bölümünde tiyatro tarihimizin usta ismi Naşit Özcan’ı hem sahnede izliyoruz hem de çocukları Adile Naşit ve Selim Özcan Naşit’in dilinden dinliyoruz. Ayrıca Kanada’da 1930 yılında çizilmiş, Türkiye’deki kadın haklarıyla ilgili karikatürü Fırça’da bulabilirsiniz. Son olarak da İstanbul’un eğlence hayatıyla ve gündelik yaşamıyla ilgili merakı çok olanlar ve araştırmayı sevenler için Tecessüs’te bir kitap önerdik.
Futbolda Kazandık Şarapta Kaybettik #3
“Önümüzdeki pazartesi günü bağbozumu zamanı başlıyor. Ne yapalım her düzenin bir bozumu var!”
Mehmet Selahattin’in 22 Ekim 1932 tarihli yazısı bu cümlelerle başlıyor. Bu topraklarda düzenin bozumu bazen “mübadele” diye okunur. Diğer anlamıyla “değiş-tokuş.”
Rumların göçüyle birlikte bu toprakların içkisi, şarap üretimine dair bilgi ve birikimi kaybediyoruz. Ancak Selanik Karması’nı Karagümrükspor ile yenerek futbolda kazanıyoruz.
Bu hafta Çukurbostan’daki futbol maçları İstanbul eğlence hayatının ana konusu; Karagümrükspor’un tarihine ve dönemin futbol statlarına bir bakış atıyoruz. Ardından o yıllarda danslarıyla dünyayı sallayan Josephine Baker’ın Türkiye’de nasıl ünlü olduğunu araştırıyoruz.
Millet Bahçesinden Aşk Bahçesine… #4
Bu haftaki bültende yazarımız bizi günümüzde İstanbul’un belki de en turistik yeri olan Sultanahmet Meydanı’na götürüyor. Dikilitaş, Alman Çeşmesi, Sultanahmet Camii ve Ayasofya gibi birçok tarihsel yapıya ev sahipliği yapan bu alan, tarihin farklı dönemlerinde farklı şekillerde karşımıza çıkmış. Ancak Mehmet Selahattin’in bu yazısında meydanın pek de bilinmeyen bir yönüyle, İstanbul’daki ilk millet bahçesinin 1920’lerde adeta bir aşk bahçesi dönüşümüyle tanışıyoruz.
Kanlı Nigâr’ın intikamı: “Akıllarını, paralarını aldım erkeklerin…” #5
“Hadiseler nefret ve kinle doldurmuştu beni. Aldattım, oyun ettim, akıllarını, paralarını aldım erkeklerin. Kendimden hiçbir şey vermedim.”
Bu sözler 1968 tarihli filmde Belgin Doruk’un canlandırdığı Kanlı Nigâr’ın ağzından dökülüyor.Gölge oyununun yan tiplemelerinden biri olan Kanlı Nigâr’ın hikayesi, farklı sanat dallarında yüzlerce yıldır sahnelenmeye devam ediyor. Gölge oyunundan sonra tiyatrosu, filmi, müzikali yapıldı. Bunun yanı sıra farklı yıllarda birçok oyuncu tarafından canlandırıldı.
Güncel bir hikayesi var: 13 yaşında küçük bir çocukken önce üvey babası, ardından da hakkını aramak için gittiği karakoldaki polisler onu istismar ediyor. Sonra erkeklerden alacağı intikamın hikayesi başlıyor.Bir diğer konumuz da Karagöz. Kanlı Nigâr’dan daha önce başladığı yolculuğunda sürekli değişen bir hikayesi var. İlk önce sarayda Osmanlı veliahtlarının eğlencesi, sonra kahvehanelerde yer yer politik yer yer cinsel mizah gösterileri, ardından Cumhuriyet propagandası…
Bu hafta Türkiye’de sahne sanatlarının önemli duraklarından biri olan Direklerarası’ndayız. Sene 1929…
“Para seni yiyeceğine sen parayı ye!” #6
Başlıktaki söz, 1930’larda adı değişeli henüz üç yıl olan İstiklal Caddesi’ndeki bir lostracıya ait. Lostracı bu ve aşağıdaki daha da ilginç sözleri gerçekten söyledi mi yoksa yazarımız Mehmet Selahattin mi hayal etti bilinmez. Ama yazarımız İstiklal Caddesi’ndeki bir birahanede durak yaparak kendini cin padişahının sarayında zanneden bir lostracı üzerinden bize günümüzde kaybolmaya yüz tutan lostracılık mesleğini hatırlatıyor. Ayrıca lakerdanın kökenini merak ettiriyor. Üstelik mekan bir birahane olunca Beyoğlu’ndaki İstanbul’un ilk birahaneleri akla düşüyor.
Tram tram: Rüzgar gibi… #7
Bu hafta 1929’un Tatavlasındayız. Büyük ve yıkıcı bir değişimin eşiğinde bir mahalle…
21 Ocak 1929’ta çıkan ve semtin kaderini değiştiren yangından yaklaşık 10 ay sonra ziyaret ettiğimiz Tatavla’nın adı artık Kurtuluş olmuş. Yangın Tatavla’dan birçok şeyi götürmüş. Ancak hâlâ İstanbul’un en ışıltılı yerlerinden biri: Birçok dilin konuşulduğu, dönemin en ilginç kıyafet ve takılarının sergilendiği, İstanbul’un az sayıdaki otomobillerinin rüzgar gibi geçtiği bir mahalle.Bültenimizin ilk konuk yazarı Independent Türkçe’den gazeteci Melike Çapan Tatavla’daki yangını yazdı.
İstanbul-Prag Hattı isminde yeni bir kanal açtık. Göktuğ da bu kanalda iki kent arasındaki benzerlik ve farklılıkları geçmişin çerçevesinde ele alıyor. İlk yazı tramvaylar ile ilgili…
Ayrıca İstanbul’un ilk otomobillerden ve kürkü için çalınan kedilerden bahsedeceğiz.
“Ey okuyucular, burası muharebe meydanıdır!” #8
Karaköy, Aralık 1928
Vapurdan, tramvaydan inenlerin, Galata Köprüsü’nden gelenlerin, eğlenmek için mekanların yolunu tutanların mahşeri bir kalabalık yarattığı Karaköy Meydanı; her geçen gün artan otomobiller, motosikletler ve henüz tam anlamıyla düzenlenmemiş trafik kurallarıyla İstanbul’da hayati riskin en yüksek olduğu yer. Belasını arayan da mevlasını bulan da burada.
Geçtiğimiz haftaların en fazla izlenen ve gündem olan dizilerinden Squid Game, çocukların eğlenmek için ürettiği sokak oyunları tekrardan kurgulayarak kaybedenin öldüğü, kazananın zengin olduğu bir yarışmayı anlatıyor. 1928’in İstanbul’da görünen o ki bu oyunlardan bir tanesi Karaköy Meydanı’nda oynanıyor, işte o günlerde muharebe meydanı diye anılan Karaköy Meydanı’nda!
Mehmet Selahattin isimli bir gazetecinin yaklaşık 100 yıl önceki röportajlarından yola çıkarak hazırladığımız bültende İstanbul’un o dönemki eğlence anlayışına ve arkasındaki siyasi değişimlere ışık tutarken bugün ile bağlantısını ortaya çıkarmaya çalışıyoruz.
Bu hafta neler var?
Galata civarındaki genelevler, Osmanlı’da Kırmızı Fener Sokağı
İstanbul’un ilk trafik ışığı Karaköy’de
Harf İnkılabı’nın dönemin mesleklerine etkisi
Meşhur Karaköy Poğaçacısı
Ayı oynatıcılığının 70 yıl süren yasaklanma hikayesi ve Barış Manço’nun rolü
Eğlence kumbarada başlar #9
Bu bültende 8 sayıdır, 1928 ila 1933’lerin İstanbul’undaki eğlence hayatını dönemin genç gazetecisi Mehmet Selahattin’in röportajlarından takip ediyoruz. İlk defa eğlence hayatına dair yazılarına ara veriyor, tasarrufu ve 1929’un aralık ayındaki hükûmetin ekonomi politikasını kaleme alıyor. Çünkü bu yazıdan 2 ay önce dünya tarihinin en büyük ekonomik krizi patlak veriyor; krizin etkileri dalga dalga ülkelere yayılmaya başlıyor. Bu yüzden dönemin ekonomi politikaları arasında yerli malı tüketimi ve tasarruf ön planda çıkıyor.
Bugünlerde de bir çocuğun sokak röportajında “Arkadaşlarla bakkala gidip küçük bir çikolata alsan 5 TL. Bir çitos olmuş 10 TL” diyerek ifade ettiği, ilkokul çocuklarının bile hissettiği bir ekonomik krizdeyiz. Yine birçok genç sokak röportajlarında veya sosyal medyada arkadaşlarıyla bir kahve içmeye gidememekten, sosyalleşememekten şikayet ediyor. Arctic Monkeys’in bilet fiyatları 3 bin liralarda olmasını mevzubahis etmeye bile gerek yok. Önümüzdeki yaz için olmasa bile 2023 yaz konserleri için şimdiden bir kumbarada döviz biriktirmek çözüm müdür? Belki bir konseri kurtarır.
1929’daki ekonomik kriz ile mücadele ederken tasarruf sloganlarından biri “Gelecek kumbarada başlar” olarak belirlenmişti. Bugünün şartlarında ise gelecek pek bir sıkıcı gözüküyor. Buyurun bültenimiz başlıyor…
Gazeteci Mehmet Selahattin’in yaklaşık 100 yıl önceki röportajlarından yola çıkarak hazırladığımız ve İstanbul’un o dönemki eğlence anlayışına ve arkasındaki siyasi değişimlere ışık tutarken bugün ile bağlantısını ortaya çıkarmaya çalıştığımız bültenimizde bu hafta 1929 yılının sonlarındayız.
Bu hafta neler var?
İstanbul’da nasıl eğleniyorduk?: Dillerde dolaşan hep o
Satır arasından: “Güç tasarruftu, bankamız bunu bir zevke dönüştürdü”, Değişimde çay gibi ol!
Buraya Bakarlar: “Giyinmede ve süslenmede daima yerli malı”
Fırça: Yerli malı dağıtan noel baba
“Kanto söylemezsem azamıyorum!” #10
Sene 1931 ve bir gazeteci haftalık yayınlanan köşesinde, tiyatro veya sinemanın dönemin teknolojisi ve Batılılaşmanın etkisiyle değiştiğinden, geliştiğinden ama kantonun hiç değişmediğinden, âdeta eskidiğinden bahsediyor. Çünkü Huysuz Virjin’in sahne almasına daha var, İstanbul’un drag queenli sahne şovları içinse henüz erken.
Huysuz Virjin karakterine yıllarca hayat veren Seyfi Dursunoğlu, bir röportajında küçüklüğünden beri zenne olmak istediğinden bahseder. Zihnindeki zenne karakteri bir kantocu ve bir drag queen olduğu yıllar içinde ortaya çıkacak ve ona Huysuz Virjin diyecektir. Bu iki kimliğin, kantocu ve drag queen kimliklerinin birleşimi belki de Huysuz Virjin’in “Kanto söylemezsem azamıyorum” sözlerinde gizlidir.
Buyurun bültenimiz başlıyor…
Gazeteci Mehmet Selahattin’in yaklaşık 100 yıl önceki röportajlarından yola çıkarak hazırladığımız ve İstanbul’un o dönemki eğlence anlayışına ve arkasındaki siyasi değişimlere ışık tutarken bugün ile bağlantısını ortaya çıkarmaya çalıştığımız bültenimizde bu hafta 1931 yılında, Şehzadebaşı’ndayız.
Bu hafta neler var?
Satır arasından: 102’lik olmak, 150’likler
Bir varmış bir yokmuş: Kanto: Sahnede kendi gibi olanların sanatı
Perde arkası: İstanbul Sokaklarında
Radyoya git: Hikayesi ve kime ait olduğu belli olmayan şarkı Tecessüs: İstanbul Geceleri ve Kantolar
“Yeni yıl şerefine dönse bari kahpe şans!” #11
Yukarıdaki başlık Aziz Nesin’in 1969 yılına girerken kaleme aldığı “Yeni Yıla Girerken” isimli bir taşlamasından alındı. Peki o zamandan bu zamana bir şey değişmedi de mi bu alıntıyı yaptık? Aslında çok şey değişti, pek çok şey de değişmedi. Ama biz yine de güzel değişimlerin gerçekleşmesini ve şansımızın dönmesini umduğumuz yeni bir yıla daha giriyoruz.
Gazeteci Mehmet Selahattin’in yaklaşık 100 yıl önceki röportajlarından yola çıkarak hazırladığımız ve İstanbul’un o dönemki eğlence anlayışına ve arkasındaki siyasi değişimlere ışık tutarken bugün ile bağlantısını ortaya çıkarmaya çalıştığımız bültenimizde bu hafta 1930 yılını bitirmek için Beyoğlu’ndayız.
Bu hafta neler var?
Satır arasından: Her yıl “10, 9, 8, … , 3, 2, 1” diye geriye saydığımız yılbaşının bizdeki yolculuğu ve yılbaşıların olmazsa olmazı piyangonun 1930’da verdiği “Büyük ikramiye 200 bin lira”
Bir varmış bir yokmuş: “İstanbul’un ilk yerleşik sinema salonu” olan Asri Sinema
Perde arkası: “36 ülkede 20 bini aşkın gösteri” yapan Piccoli Kukla Tiyatrosu
Haydi Bre Pehlivan! #12
Eski İstanbul’da tiyatronun ve eğlencenin merkezi olan Direklerarası’ndaki en önemli mekanlardan biri Ferah Tiyatrosu’ydu. Burası bir sirk olarak dizayn edildiği için, birçok sanatsal etkinliğin yanında kimi zaman pehlivan güreşleri de yapılırdı. Bu yüzden biz de bu hafta buradaki çok önemli bir pehlivan güreşini en önden izleyip seyircilerle birlikte tribün yapacağız.
Gazeteci Mehmet Selahattin’in yaklaşık 100 yıl önceki röportajlarından yola çıkarak hazırladığımız ve İstanbul’un o dönemki eğlence anlayışına ve arkasındaki siyasi değişimlere ışık tutarken bugün ile bağlantısını ortaya çıkarmaya çalıştığımız bültenimizde 1932 senesinin Direklerarası’ndayız.
Bu hafta neler var?
Satır arasından: Haftada bir mutlaka vücudumu yağlarım, “Sizi bütün cihan yenemedi Paşam, ben nasıl yenebilirim?”
Fırça: Levnî’den bir minyatür
İlk radyo yayınlarında ASMR keyfi, yani beyin orgazmı #13
Radyonun, bugüne kadar ortaya çıkan tüm teknolojilerden çok daha büyük bir şaşkınlıkla takip edildiğini görüyoruz. Çünkü ilk defa hem bilgi hem eğlence için anlık yayın yapan bir teknoloji ile karşı karşıya insanlık.
Günlük hububat fiyatlarını öğrenebildiği bir aile büyüğü olarak baş köşede duran radyo, kimi zaman fasıl programıyla içkili masalarda karşısında dans edilen bir flört olabiliyordu. Bu nedenle bu durum 1930’larda birçok ahlaki tartışmayı beraberinde getirmiş, radyonun köylüleri sefaya sürükleyen bir lanet olduğuna dair köşe yazıları da yazılmış. Ama genelde haberler, “Bir köy daha radyolandı” kıvamında, neşe ve müjde dolu. Üstelik her gece aynı saatte tüm köy okulda toplanır, sessizce radyoyu dinlediği anlatılıyor.
Bunun yanı sıra dinledikleri bir diğer şey de cızırtı. Hatta parazitler üzerine uzun makaleler yazılmış. Mesela, “Efendim parazitler ikiye ayrılır: Havaî parazitler ve şehir parazitleri. Havaî parazitler de kendi içinde üçe ayrılır:
A. Islığa benzer kesik gürültüler (antene temas eden yağmur kar ve dolu)
B. Bomba gibi tak tuk çat pat diye işitilenler (şimşek gibi hava olayları),
C. Tavada kızartılan bir yemeğin çıkardığı gürültüye benzeyen parazitler (devamlı elektrikli havalardan kaynaklanır).
Havaî parazitler ile mücadele edilemez. ”
Radyodan gelen cızırtıların bu kadar detaylı bir şekilde analiz edilmesi, gizli bir ASMR zevki alındığını da ortaya çıkarıyor.
Gazeteci Mehmet Selahattin’in yaklaşık 100 yıl önceki röportajlarından yola çıkarak hazırladığımız ve İstanbul’un o dönemki eğlence anlayışına ve arkasındaki siyasi değişimlere ışık tutarken bugün ile bağlantısını ortaya çıkarmaya çalıştığımız bültenimizde 1933’te Büyükçekmece Köyündeyiz.
Bu hafta neler var?
Birincisi; Satır arasından – İBO’nun altın kızlar. İkincisi; Radyoya git – Köylülerin ASMR bağımlılığı. Üçüncüsü; Tecessüs – İstanbul’un en büyük kışlarını anlatan fotoğraf kitabı
1930’larda da aynı geyik: Nerede o eski Ramazanlar!.. #14
Geçmişi duyulan özlemin bir tezahürüdür “Nerede o eski….” diye devam eden cümle kalıbı. Bu cümleyi ister “Nerede o eski bayramlar!”, ister “Nerede o eski İstanbul!”, isterseniz yukarıdaki gibi “Nerede o eski Ramazanlar!” şeklinde tamamlayabilirsiniz. Ama biz geçmişe duyulan özlemle değil, geçmişe duyulan merak ve geçmişi anlama isteğinden besleniyoruz. Yani, “Neden artık eski Ramazan eğlenceleri yok?” sorusu yerine, “Eskiden Ramazan ayında insanlar neler yapardı, nerelere giderdi, nasıl vakit geçirirdi?” gibi sorular soruyoruz. Çünkü belki de o eski ramazanlar, bayramlar, günler neredeyse orada kalmalıdır. Çünkü belki de o eski ramazanlar, bayramlar, günler o zaman güzeldi, o zaman anlamlıydı. Ancak geçmişi bugüne getirmeye çalışma, bugünde yaşamak isteme özlemi hep vardı, hala var ve var olmaya da devam edecek.
Gazeteci Mehmet Selahattin’in yaklaşık 100 yıl önceki röportajlarından yola çıkarak hazırladığımız ve İstanbul’un o dönemki eğlence anlayışına ve arkasındaki değişimlere ışık tutarken bugün ile bağlantısını ortaya çıkarmaya çalıştığımız bültenimizde bu hafta 1931 yılının Ramazan ayındayız.
Bu hafta neler var?
Satır arasından: Şehzadebaşı’nda Ramazan piyasası
Argo sözlüğü: “O eski ham sofular kalmadı…”, “Şehzadebaşı’na şöyle bir uzanayım…”, “Yedikuleli, Bakırköylü Rum dilberler…”
Perde arkası: Kendi küçük güldürüsü büyük İsmail Efendi
Bir ipte kaç cambaz oynar? #15
Sirk denilince aklımıza şehir şehir gezerek kocaman bir çadırda çeşitli sahne gösterileri yapan bir grup acayip insan gelir. Acayip dememizin sebebi akrobatından cambazına, hayvan terbiyecisinden hokkabazına ağzımızı hayretten bir karış açık bırakan birçok insanın bir arada olması. Ancak eskiden sirk sanatı çeşitli mekanlarda icra edilirdi. İşte Türkiye’deki bu mekanlardan biri de Şehzadebaşı’nın meşhur Ferah Tiyatrosu (Sineması) idi. Fakat Ferah Tiyatrosu artık yok. Olsa da 1900’lerin o eğlencesi olur muydu şüpheli!
Gazeteci Mehmet Selahattin’in yaklaşık 100 yıl önceki röportajlarından yola çıkarak hazırladığımız ve İstanbul’un o dönemki eğlence anlayışına ve arkasındaki değişimlere ışık tutarken bugün ile bağlantısını ortaya çıkarmaya çalıştığımız bültenimizde bu hafta 1932 yılında Ferah Tiyatrosu’ndayız.
Bu hafta neler var?
Satır arasından: Gösteri cümbüşü
Argo sözlüğü: “Kendisi oruç tutmazsa da her akşam mükemmel surette kafayı tutar.”, “Susun be kılkuyruklar!”, “Amerika ahalisine parmak ısırtan kesik baş burada!”, “Kapıda parayı toka eden giriyor.”
Bir varmış bir yokmuş: Ferah Dönemi; Türk tiyatrosunun Rönesansı
Türkiye’nin ilk jigoloları #16
Türkçe medyada “jigolo”dan bahseden ilk yazı 27 Mayıs 1929 tarihli Milliyet gazetesinde yayımlanıyor. Yazı dizisi olarak yayımlanan bir romanda geçen “jigolo” ifadesi, karı-koca arasında gezinen bir gölge olarak resmediliyor. Üstelik ilerleyen zamanlarda jigololar haberlerin de konusu oluyor. Hatta Aksaray ve Şişli jigoloları birbirinden ayıran “analiz haberler” de yayımlanıyor. Bunun için bu haberleri ayrıntılı olarak bu sayıda anlatıyoruz.
Ayrıca 2021 yılında basına yansıyan jigolo haberlerini derledik. Haberlerin hepsi dolandırıcılıkla ilgili. Bu haberlere göre toplam kaç erkeğin ne kadar dolandırıldığını hesapladık. Bunların ışığında tabii ki hesapladığımız rakamlar buzdağının sadece görünen kısmıymış. Birçok erkek bu konuda susuyor, hatta şikayetçi olmak için karakola bile gitmiyor.
Bu sayıda değindiğimiz bir diğer konu ise muhallebiciler ve kazandibinin çıkış hikayesi. Tabii ki bu muhallebicilerin hikayesini araştırırken ilk önce sütü kimin getirdiğine bakmak gerekiyor. Seyyar muhallebiciler, peşi sıra açılan tatlı dükkanları ve Orhan Veli’nin şiiri…
Bir zamanlar Türkiye’de iki mevsimli bir hayat yaşanıyordu: Rûz-i Kasım ve Rûz-i Hızır. Bu takvime göre yazın başlangıcı olan Rûz-i Hızır’a, yani eski takvimin yazına 95 gün kaldı. Eskilerin umuduyla yaza 100 gün yaklaştık mı, kış şiddetini yitirirmiş.
Gazeteci Mehmet Selahattin’in yaklaşık 100 yıl önceki röportajlarından yola çıkarak hazırladığımız ve İstanbul’un o dönemki eğlence anlayışına, arkasındaki değişimlere ışık tutarken bugün ile bağlantısını ortaya çıkarmaya çalıştığımız bültenimizde bu hafta 1931 yılında Beyoğlu’nda bir muhallebicideyiz.
Taksim Stadyumu’nda Son Deve Güreşi #17
Eğlence her zaman iyilik, doğruluk veya güzellikle gelmiyor. İçinde sömürü ve haksızlıkları da barındırıyor. Herkesin aynı anda “Senden daha güzel” diye bağırdığı an, cover grubuna hayallerin peşin ödendiğini, sahne hayatlarına ise kaşesiz başladıkları pek akla gelmez. Hem okuyup hem bira taşıyan bar çalışanları için vakit de para da aynı anda ihtiyaçtır, ama biri vardır diğeri yok. Sahnede zengin, oyun bitince otobüsü bekleyen tiyatrocular ülkesi ne de olsa. İnsanların yer aldığı bu adaletsiz düzende karşılıklı rıza ve zamanla gelecek adalete dair ümitler vardır.
Ancak eğlence sektörü içinde esir tutulan hayvanlar için durum çok farklı. Zorla dövüştürülen, yemek için dans ettirilen, kafeslerde sergilenen, öğrenmediği için cezalandırılan hayvanlar, bugün bile eğlence sektörünün içinde yer alıyor. Bunlardan biri de develer…
Bu sayıda 1933’ün Taksim Stadyumu’nda düzenlenen bir deve güreşindeyiz. Bu deve güreşinin hemen sonrasında Himaye-i Hayvanat Cemiyeti baskıları sonuç vermiş ve İstanbul’da deve güreşi yasaklanmış. Ancak Ege Bölgesi’nde hala deve güreşleri hangi partiden olursa olsun belediye, valilik ve bakanlığın ortak desteği ile yapılmaya devam ediyor. Konuyla ilgili devecilerin iddialarını ve hayvan hakkı mücadelesinin cevaplarını derledik.
Peki bakalım, bu sayıda neler var?
Bir varmış bir yokmuş – Taksim Stadyumu’nun değişimi: Kışladan Stadyuma, Parktan Direnişe
Tecessüs – Selahattin Giz’in fotoğraf kitabı: Beyoğlu, 1930
Perde Arkası – Taksim’deki son deve güreşi – Hayvan haklarındaki en hızlı kazanım
Otomatik Meyhane #18
1930’ların yeni nesil meyhanesi: Otomatik rakı doldurma makinası
“Musluklardan rakı akıtacağım”
Bir şehir efsanesine göre, bu sözler, 90’larda belediye seçim sürecinde Ayvalık’ta kürsüyü boş bulan Deli Turgay’ın seçmene vaadidir. Apar topar sahneden indirilse de Ayvalık halkı avuçlarını patlatırcasına alkışlamaya çoktan başlamıştı. Yerine kürsüye çıkacak gerçek başkan adayının ise artık söyleyeceği daha çarpıcı bir sözü kalmamıştı.
Fantastik fikirler, kolay ilgili uyandırır. 1932’de Beyoğlu’nda açılan otomatik meyhane de böylesine fantastik bir fikrin hayat bulmuş haliydi. Gerçekten musluklardan rakı akıyordu, gerçekten bir sayaç vardı.
Bu sayıda hem bu otomatik meyhaneyi, hem mucidinin hikayesini hem de bugün dünyadaki benzer örneklerden bahsedeceğiz.
Bu sayıda neler var?
Vakit Tamam – Hulusi Bey’e ne oldu?
İstanbul-Prag Hattı – Kendin doldur kendin iç
Satır arasından – Çırçır suyu
Radyoya git! – Haydar Haydar
“Kağıt bizim ikinci hayatımızdır!” #19
İlk yerli kağıt fabrikasının açılması işi yazmak olan, okumaktan keyif alan herkesin hayatında bir müjde gibi karşılandı. Fabrikanın açılışına dair yazısı Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan Peyami Safa, heyecan dolu cümleleri arasında en çarpıcı olanı “Kağıt bizim ikinci hayatımızdır” sözleri oldu.
Çok farkında olmasak da kitap, eğlence hayatımızı oluşturan en önemli parçalardan biri. Özellikle romanlarla hayatımın bazı dönemlerini anlatabilirim.
“Tutunamayanlar’ı okuduğum zamanlar…” diye başlayabilir bir hikayem; o dönem gittikçe anlamsız gelen maaşımdan bahsedebilirim.
“Aylak Adam’ı bana tavsiye ettiğin zamandı…” diyerek arkadaşıma Cihangir maceralarımızı hatırlatabilirim.
“Ortaokuldayım, Solaris okuyorum” dediğimde bir şey anlatıyorum bana göre. “Belki de tanrı güçlerini nasıl kullanacağını öğrenmeye çalışan küçük bir çocuktur?” sorusunu okuduğumda mavi önlükten kravat-takım elbiseye keskin geçiş yapmış birisiydim.
Elektromanyetik Teori kitabı mesela üç dönem bir buçuk sene, florasan ışığı, makine kahvesi, kütüphane görevlisinin sessiz olun uyarısı.
Yazdıklarım da öyle; “Ben, Kim, Şey, Ne” isimli oyunumu yazarken gündüzleri Megadeth dinliyor, akşamları ressamların, sokak müzisyenlerinin takıldığı Tünel’deki bir kafede çalışıyor, sabaha kadar İstiklal’deki evimde tükenmez kalemle oyun yazıyordum. Afrika, kedimin adıydı.
Çaldıklarım da öyle; İzmir’de lisede çaldığımız kitaplardan, mesela Bakunin okuması yapıp anarşizm ve kitap hırsızlığını tartışıyorduk.
Hayatımdaki dönemleri o sıra meşgul olduğum kitaplarla anlatabilirim, sanırım.
Bu hafta hayatımıza tanıklık eden kitaplar konumuz.
Bu hafta neler var?
Tecessüs – Çekirge Zehra ve Cingöz Recai: Türk Polisiyesinin Hobin Hood’ları
Bir varmış bir yokmuş – Müze olmadan önce Ayasofya
Satır arasından – Bînamazın otuz üç günü, Hiç kitap biter mi?
Perde arkası – Türk Salonu
“Dünya yuvarlağının tepesinde dolaşan kara bulutlar” #20
Yıllardır üçüncü bir dünya savaşının çıkacağı konuşulurken Rusya’nın Ukrayna’ya saldırmasıyla bu iddialar yeniden gündeme geldi. Diğer ülkeler ise bu saldırı karşısında Rusya’ya ekonomik yaptırımlar uygulamaya, Ukrayna’ya askerî ve maddi yardımlarda bulunmaya başladı. Hatta geçtiğimiz pazar günü Prag’da onbinlerce öfkeli kişi -belki de 1968’deki Sovyet işgalini de hatırlayarak- Vaclav Meydanı’nda (Václavské náměstí) bir araya gelip Rusya’yı protesto etti.
Biz ise bu hafta 1930’ların savaş söylentilerine kulak veriyoruz. Henüz 2. Dünya Savaşı’nın çıkmasına altı yıl vardır. Ancak “çınaraltı diplomatları tavla başında” savaşı çoktan çıkarmıştır. Savaş teknolojisinin gelişimi ve kitlelerin dakikalar içerisinde nasıl öleceği kahve sohbetlerinin gündemindedir.
Baharı müjdeleyen mart ayı savaşın ateşiyle çoktan ısındı. Kimimiz rakı masasında dünyayı kurtarırken, kimimiz 90 yıl önce tavla başında savaş çıkaradursun, dünya yuvarlağının tepesinde kara bulutlar dolaşmaya hâlâ devam ediyor.
Göktuğ İpek, Prag
Bu hafta neler var?
Satır arasından: 1930’larda nasıl savaşıyorduk?
Buraya bakarlar: “Gaz savaşında canımızı nasıl kurtarırız?”
Fırça: Giren girene!
Gülhane Parkı’nda çocuklara dress code engeli #21
Bu hafta Gülhane Parkı’nın 1932 yılındaki hâline göz atarken yazarımız Mehmet Selahattin’in hem parktan bahsedişi hem de tramvayda kulak misafiri olduğu iki kadın arasındaki konuşma üzerine yaptığı yorum nedeniyle aklımıza Nazım Hikmet geliyor. Gülhane Parkı’nı Ceviz Ağacı şiiriyle yâd ederken, İpekiş Fabrikası’nı Nazım’ın Bursa Cezaevi’nde yatarken hapishanede yaptığı dokuma işleri için buradan malzeme alışından biliyoruz.
İstanbul’un eğlence hayatının ve gündelik yaşamının izini sürdüğümüz bu bültende sanki yollar bir şekilde ona çıkıyor. Bu da bize İstanbul’un, Türkiye’nin ve dünyanın pek çok yerine izini bıraktığını tekrar hatırlatıyor.
Bu hafta neler var?
Satır arasından: “Bülbül hamûş, havz tehi, gülistan harap!”
Buraya bakarlar: “İpekiş güzellik ve sağlamlık garantisidir”
Tecessüs: Reşad Ekrem Koçu-Tarihimizde Garip Vakalar
Ne Rio ne de Venedik: İşte İstanbul’un ‘efsane’ karnavalı
“İstanbul’da nasıl eğleniyorduk?” sorusunun yüz yıllık cevabını ararken yüzleri boyalı, maskeli binlerce insana, Beyoğlu-Tatavla hattında, rengarenk kostümleri, ellerinde müzik aletleri, kollar havada, bağıra çağıra, her dilden şarkılar, siyah beyaz bir fotoğrafta denk gelmek heyecan veriyor. Bu fotoğraftaki renklerin ne zaman kaybolduğunu, nereye gittiğini düşünürken ise can sıkan, tekrar aynı gerçek ile yüzleşme endişesinde bir merak uyanıyor.
Fotoğraf, İstanbul’da yüzyıllarca devam eden bir karnavalı gösteriyor. Bu karnavalda katılımcılar, maske ve kostümlerle farklı kimliklere bürünüp, dilediğince eğleniyor. Aslen Rum karnavalı ama herkes katılıyor.
Baklahorani veya Apukurya… Birkaç siyah fotoğraf ve anlatıdan bugünlere kalan Rio’daki, Venedik’teki ve diğer karnavalların anası, asırlarca İstanbul’da devam eden, 1941’de ‘yasaklanan’, sokaktan çekilip salonlara taşınan, çocuklara bir masal gibi anlatılan, 2012’den itibaren filiz veren, son iki yıldır ise pandemi ve savaş gerekçesiyle ertelenen bir şehir karnavalı…
Eskiyi anlamanın bir kusuru vardır: Geçmişin siyah beyaz fotoğrafları arasında insanların nasıl eğlendiğini hayal etmeye çalışırken o zamanlar hayatın iki renkli yaşandığına dair fantastik bir algı oluşur. Sanki hiçbir göz yeşil değil, güneşli günler floresanla aydınlatılmış, deniz ise kıyaya vurmuş bir aynaya benzer. Hâlbuki gerçek; Taksim Meydanı’nda halay çeken kırmızı karanfiller, İstiklal boyunca dalgalanarak gezinen gökkuşağı, öfkesiyle, isyanıyla gecenin üstüne üstüne yürüyen mor cümleler kadar sıradan ve çarpıcıdır, biliriz. Bu yüzden eski fotoğraflara göz atarken hatırlanması gerekir: Eğlenirken direnen, tekrar tekrar yasaklanan, bittiği yerde filizlenen, filizlendiği yerde kök salan, direnirken eğlenen bir şeye bakıyoruz.
Bu hafta özel bir sayıyla karşınızdayız. Bu sayıda konumuz dünyanın en önemli karnavallarından biri olan Apukurya veya Baklahorani Karnavalı. Dönemin siyasi kararları gereği ara verdiği sokaklara 70 yıl sonra, Gezi’den bir yıl önce geri dönen karnavalı birçok konuk yazarla birlikte anlatmaya çalışacağız.
Eskiden Kadıköy’ü özlerdi insan, şimdi Beyoğlu’nu #22
İstanbul’da Nasıl Eğleniyorduk bülteninde ilk defa karşıya, Kadıköy tarafına geçtik. Yazılarını takip ettiğimiz Mehmet Selahattin, vapurdan inip Kadıköy’de bir tur atarken eskilerden bir ahbabına denk gelir. “Demek Kadıköy’ü özledin?” diye sorar. Özler tabii…
O dönemlerde Kadıköy, İstanbulluların eğlenmek için Beyoğlu’na kıyasla nadiren tercih ettiği bir yer. Genellikle Tatavla-Pera-Şehzadebaşı hattındaki hayat, birçoklarının eğlence ihtiyacını karşılamaya yetiyor. Eh işte, küçük bir özlem, bir değişiklik ihtiyacı sebebiyle Kadıköy’ün yolunu tutanlar da yok değil.
Şimdilerde ise Kadıköy’de kiminle konuşsam “Eski Taksim yok”, “İstiklal çok değişti” gibi sözlerle eski Beyoğlu’nu, 10 yıl önceki günlerini özlediklerini dile getiriyorlar. Aklıma gelen, sormaktan vazgeçtiğim soru ise şu: Özlediğin eski Beyoğlu mu, gençliğin mi?
İstiklal civarında eğlenmek her zaman büyük emek istedi. Birileriyle tanışmak, onların peşinden mekân mekân gezmek, her hafta başka birileriyle takılmak gibi sosyal bir çaba gerekirdi. Dertleşmek, dayanışmak, birbirinden zorlu hayat hikâyelerini dinlemek, bana benzemeyen ile uzun zamanlar geçirmek gibi…
Bir anda Şahin’in bagajı açılır, dokuz sekizlik bir şarkı sokağın tüm atmosferini değiştirebilirdi. İstiklal sahnesinde biri şovunu yapar, bağırış çağırış ortalığı birbirine katabilirdi. Kavganın ortasında dökülmesin diye önce biraları düşünmek gerekirdi.
Şimdi ise çok düşük ücretlerle 6 gün çalışıp, tüm zamlara rağmen eğlenmeye çalışırken aranan konforu Kadıköy sağlıyormuş gibi geliyor. Aynı masaların değişmeyen gündemlerinde, tanıdıklarımızın güvenli sohbetlerinde, öncekinin benzeri her cumartesinde buluştuğumuz bir yer mi oldu Kadıköy?
Belki yanlış düşünüyorum. Kadıköy mü, Taksim mi? Neden? E-postalarınızı bekliyoruz.
Önce bayram gitti, sonra toprak #23
Mart ayı içerisinde birçok festivale, karnavala, bayrama denk geliyoruz. Bunlardan biri de 1932’de kutlanmaya başlayan Toprak Bayramı. Çiftçilerin izinli olduğu, çeşitli organizasyonlarda kır piknikleri yapıldığını görüyoruz.
Tarım ve çiftçiye verilen önem azaldıkça kutlamalar gittikçe sönükleşiyor. Organizasyonlar son buluyor. Nihayetinde bir iki devlet kurumunun afişlerinde kutlanır oluyor bu bayram. Zamanla tarım arazileri yanlış şehirleşme ve betonlaşma ile kayboluyor. Toprağa verilen önem de yok olup gidiyor.
Bugünlerde ise bu bayram, shutterstock gibi hazır fotoğraf sağlayıcı bir sitede bulunan bir maydanoz fotoğrafının üstüne yazılan “toprak varsa hayat vardır” gibi sözlerle kutlanır oldu.
Peki ya, paralel bir zamanda bu bayram, veganların büyük piknikler düzenlediği çayırların üstünde sadece toprak ürünlerinin yendiği bir etkinlik olarak kutlanıyor olabilir mi? Veganların bir bayramı bir festivali yok mu, neden olmasın?
Bu haftaki konumuz 1932’lerde başlayan Uluslararası Toprak Bayramı.
Bahar Bahçe #24
Ayvalık sokaklarında hızlı adımlarla gezinen kedi trafiği artmış durumda. Büyük bir telaş var. Kışın soğuğundan, rüzgarından dalları çırılçıplak kalmış ağaçlar çiçek açmış. “Gerçekçi” gelmiyor bana. Yakınlarda bir dere var. Yüzlerce kurbağa aynı anda bağırıyor. Neyin muhabbetidir, hiçbir fikrim yok. Günbatımı da yavaşladı. 2 saat sürüyor kızılı. Güneşin batmasıyla birlikte kargalar çatılardan Ayvalık meydandaki ağaçta toplanıyorlar. Muazzam bir dedikodu. Tanıdığım tüm insanlar flörtte. Birbirlerini ne kadar beğendiklerini, nasıl sevdiklerini anlatıyorlar, hayatlarında ne kadar önemli olduklarını söyleyip teşekkür ediyorlar.
Bir süredir kimseye “hayır” demedim ve olabilecek en güzel şekliyle akıyor. Kim beni nereye çağırırsa gidiyorum. Bahar, biraz da davet etmek, tüm davetlere “geliyorum” demek…
Bu hafta sizi Bebek Bahçesi’ne davet ediyoruz. 1933’te yazılmış harika bir bahar yazısı sizi bekliyor.
Oğul Doğa Gökşin
Bu hafta neler var?
Portreler-Uzun yaşamak: Lütuf mu yoksa bir lanet mi?
Bir varmış bir yokmuş-Saraylarda okutacağım seni!
Ölüsü de dirisi de bu panayırda! #25
“Yeter ki solmasın sol memenin altındaki cevahir.”
Nazım Hikmet’in şiirinde geçen bu sözleri, bir mezar taşında yazılı olduğunu hayal etmek insanı gülümsetiyor. Kara mizah da en çok mezar taşlarına yakışıyor. Ölen bir sevdiğimizin arkasından onunla ilgili eğlenceli, komik hikayeler anlatmak; gülmek, güldürmek sanırım en güzel miraslardan biri.
Çok sevdiğim bir yakınımın öldüğünü öğrendiğim gün, içimden çoşkuyla taşan bir sevgi hissetmiştim. Bu duyguyu tanımlayamadığım için olsa gerek biraz ağladım belki. “Ne çok sevmişim” diye düşünüyor, kendime şaşıyordum. “Kim bilir başka kimleri şu an bu kadar çok seviyorum” diye kendime soruyor; herkese hayattayken bu sevgiyi göstermenin telaşındaydım.
Bu sayıda 1920’lerde 30’larda Balıklı Ayazması’nın bahçesinde düzenlenen, kalabalığın etraftaki mezarlığa taştığı bir panayırdayız. Cıvıl cıvıl insanları, söyledikleri şarkıları, karşılıklı danslarını, içtikleri şarapları, yere dökülenleri, kahkahaları, atlıkarıncadaki, kayık salıncaktaki çığlıkları, oradaki bir mezarın içinden duymaya, hayal etmeye çalışıyorum. Sevgiyi, neşeyi, eğlenceyi hissediyorum. Kendi kendime “İyi ki yaşamışım” diyorum. Mezar taşımın üstünden, koskocaman puntolarla “Anı yaşa” diye bağırasım geliyor.
Vasiyetimdir: Mezar taşıma “carpe diem” yazılsın.
Oğul Doğa
Kulak kabartmaktan kulaklığa #26
Müziğin kaydedilip çoğaltılması, eğlence hayatını en çok etkileyen teknolojilerden biri. İlk plakların kaydedildiği, dükkanlarda alınıp satılmaya başladığı zamanlarda elinde bir şarkıyı taşıyarak evin yolunu tutmak, büyük ihtimal çok keyifliydi.
Şimdi ise istediğimiz zaman, istediğimiz yerde, istediğimiz müziği dinleyebiliyoruz. Şüphesiz teknoloji müziğe çağ atlattı. Acaba müziğe erişimin kolaylaşması, bu sanata verdiğimiz değeri düşürüyor mu?
Bu hafta, 1932 yılına uzanıyoruz, bir gramofon mağazasında gelen gidenlerin sohbetlerine, dinledikleri şarkılara tanıklık edeceğiz.
Bu hafta neler var?
İstanbulda nasıl eğleniyorduk? – Gramofon mağazasında bir saat
Buraya bakarlar – Kukula
Radyoya git – 1930’larda ne dinliyorduk?
Portreler – “Ben hâlâ asiyim”
Tecessüs – İstanbul Şarkıları
Beyoğlu’nun hayaletleri arasında #27
Artık neredeyse her sayımızda İstanbul’un artık var olmayan mekânlarından birine yer verir olduk. Bu bazen bir bar ya da panayır bazen bir gazino ya da bir poğaçacı oldu. Durum böyle olunca İstanbul’un eğlence hafızasını ne ölçüde kaybettiği/koruduğu sorusu akla geliyor ister istemez. Şüphesiz 100 yıl önceki -ve belki daha da eski- mekânların hepsinin varlığını sürdürmesini bekleyemeyiz. Özellikle söz konusu eğlence yerleri olduğunda. Çünkü değişimin kaçınılmazlığı kendisini bilhassa eğlence hayatı üzerinde gösteriyor. Ayrıca tarih bilinci az veya “sakat” olan toplumların hafızasına sahip çıkması da bir o kadar zor oluyor. Tüm bunlara bugünkü sayımızda kısa bir söyleşi gerçekleştirdiğimiz Fırat Şenol’un “Hafıza ilk olarak şaşırmaktan başlıyor.” sözü de eklenince acaba şehrin hafızasına sahip çıkmak da hatırlamak ve hatırlatmakla mı başlıyor diye düşünmeden edemiyoruz.
O zaman şehrin “hayaletlerini” hatırlamaya ve hatırlatmaya bu hafta da devam ediyoruz…
Bu hafta neler var?
İstanbul’da nasıl eğleniyorduk? – Nisan Yalancılığından Usandık!
Söyleşi – “Hafıza ilk olarak şaşırmaktan başlıyor”
Bir varmış bir yokmuş – Yeryüzünden gökyüzüne, bahçeden otele
Hoş geldin bahar #28
Bu sayının başlığını atınca Yeliz’in 1974’teki çıkış parçası olan “Hoş Geldin Bahar” şarkısı aklıma geldi. Yeliz’in şarkıdaki temennileri gerçekleşir mi bilinmez ama baharın geldiğinin en önemli kanıtlarından olan Hıdırellez’e çok az kaldı. Çocukken, Hıdırellez günü (Ayvaklık’taki) mahalle arkadaşlarımızla akşamı iple çeker, bir an önce yemek yiyip kendimizi sokağa atmak isterdik. Çünkü akşam oradan buradan bulduklarımızla ateş yakar, üzerinden atlardık. O yüzden Hıdırellez bana daima çocukluğumu, büyüdüğüm mahalleyi, ateşi hatırlatır.
Günümüze sadece Hıdırellez ulaşmış olsa da eskiden baharın gelişi İstanbul’da pek çok şekilde kutlanırdı. Balıklı Panayırı ve marul bayramı bunlardan birkaçıydı. Biz de bu sayımızda 1929’da, aynı zamanda Balıklı Panayırı ve Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi’nin kuruluş yıl dönümüne denk gelen Yedikule’deki Hıdırellez eğlencelerine gittik.
Göktuğ
Bu hafta neler var?
İstanbul’da nasıl eğleniyorduk?-Hıdrellez’i düne bırakanlar
Satır arasından-Bir hastaneden çok daha fazlası
Vakit tamam-Eğlence alemlerinin baş tacı: Marul
“Oteller Kenti” #29
Bu hafta yazarımız Mehmet Selahattin bizi bir zamanlar İstanbul eğlence hayatı ve yaz ayları denildiğinde ilk akla gelen yerlerden olan Tarabya ve Büyükdere’ye kısa bir gezintiye çıkarıyor. Oralara gidince de dönemin en meşhur otellerini merak etmeden duramıyoruz.
Oteller bir yandan şatafatı, lüksü, eğleceyi çağrıştırırken öte yandan da hepsinin birbirinden farklı hikâyeler barındırdığını düşündürüyor. (Yakın zamanda pek çoğumuzun izlediği Pera Palas’ta Gece Yarısı dizisi gibi) eski oteller ise tıpkı her odası geçmişe açılan bir kapı gibi sanki. Peki siz de başka bir şehre gidip bir otelde kaldığınızda hele de tek başınızaysanız kendinize karşı bir yabancılaşma ve yalnızlık hissediyor musunuz? Ya da sizden önce o odada kimlerin kaldığını hayal ettiğiniz oluyor mu?
Aklımızda bu sorular dönerken bu sayının başlığını da kendiliğinden Edip Cansever vermiş oldu.
Bu hafta neler var?
İstanbul’da nasıl eğleniyorduk?-Tarabya ve Büyükdere sahilleri
Bir varmış bir yokmuş -Tokat’tan Almanya’ya, “Yaz ortasının kızgın sıcaklarında” bunalmamak için “Summer Palace’ın serin gölgeliklerinde” buluşalım
Tecessüs-Eski İstanbul Yaşayışı
Eskiden dutu meşhurdu artık betonu! #30
İstanbul ve bina deyince aklınıza pek çok yer geldiğine eminiz. Peki ya İstanbul’un en ‘bina bina’ yeri neresi diye sorsak ilk aklınıza gelen ve söyleyeceğiniz yer hangisi olurdu? Bizim cevabımız Mecidiyeköy.
Mecidiyeköylüleri gücendirmek istemeyiz. Hoş onlar da büyük ihtimal bu durumdan memnun değillerdir. Maalesef bugün Mecidiyeköy denildiğinde akla üzerinize üzerinize gelen binalar, trafik ve şehrin kaosu geliyor. Ancak eskiden şehrin ortasındaki bu köy dutuyla meşhurdu.
Dut ağaçları yerine ilk apartmanı dikenlere kucak dolusu dut gönderiyoruz! Tabi yerlerse (göz kırpma emojisi)
Bu hafta neler var?
İstanbul’da nasıl eğleniyorduk?-Mecidiye Köyü’nde 1 saat
Portler-Necip Dürrü Bey
Bir varmış bir yokmuş-Buralar eskiden hep dutluktu!
Merak ettiklerimiz-Üretim Kaydı’ndan
Kurbağalıdere’de bir pelikan olmak #31
Bu hafta yazarımız Mehmet Selahattin (Güngör) bizi Kurbağalıdere ve Fikirtepesi’ne götürünce aklıma Arter’de çalıştığım dönemde Ayşe Erkmen’in Beyazımtırak isimli sergisi kapsamında ‘Guguk’ isimli tahnit edilmiş bir tepeli pelikan geldi. İstanbul Saint-Joseph Fransız Lisesi Doğa Bilimleri Merkezi’nden sergi için ödünç alınan 100 yaşından büyük bu pelikanın bir zamanlar Kurbağalıdere’de yaşadığını öğrenmiştim. Daha önce hiç eski bir Kurbağalıdereli -bu şekilde söylendiğini umuyorum:)- ile tanışmamıştım. Kendisine 100 yıl önce Kurbağalıdere’de nasıl eğlenildiğini sorsam acaba neler anlatırdı? Dereye adını veren kurbağalardan bahsedebilirdi mesela. Ya da kurbağaların sesinin dinletilerek “makara çekmesi” sağlanan kuşlardan. Ben de ona bir zamanlar çevresindeki gazinoları ve mesiresiyle İstanbul eğlence hayatının meşhur yerlerinden biriyken o öldü(rüldü)kten sonra derenin zamanla nasıl kirletildiğini anlatabilirdim. Ama bunların hiçbirini konuşamadık. Sergi bitti, o ait olduğu yere, diğer tahnit edilmiş dostlarının arasına geri döndü. Bizim payımıza da bugün Kurbağalıdere ve Fikirtepe’nin hikâyesini anlatmak düştü. Bu ayki anlatıcımız ise “Kadıköy’ün tepesi ve deresi”nin tarihsel gelişimini yazan Tamer Kütükçü oldu.
Göktuğ
Bu hafta neler var?
İstanbul’da nasıl eğleniyorduk?– Kurbağalıdere’de Fikir Tepesi
Tamer Kütükçü–Kadıköy’ün tepesi ile deresi: Fikirtepe’den Kurbağalıdere’ye
Vakit tamam–Horoz şekeri yiyin, oyunuzu bize verin!, Zevk, neşe ve saadetin adresi: Demirhindi şerbeti
İzmir’de Nasıl Eğleniyorduk? #32
Yazarımız Mehmet Selahattin, 1930 yılı bayramını geçirmek için birkaç günlüğüne İzmir’e gitmiş. Tatilde de olsa boş durur mu? Her zaman İstanbul’un eğlence hayatını yazacak değil ya! Bu sefer de İzmir’in nasıl eğlendiğini yazmış. Biz de İstanbul’dan biraz uzaklaşmak ve İzmir özlemimizi bir nebze de olsa dindirebilmek için hemen kendisine katıldık. Bakalım 1930’larda Karşıyaka nasıl eğleniyordu?
Bu hafta neler var?
İzmir’de nasıl eğleniyorduk?-Karşıyaka’nın mesirelerinde
Bir varmış bir yokmuş-Cumhuriyet döneminin ilk engelli okulu
Buraya bakarlar-Yemeni
Şehrin ortasında bir vaha #33
Haziran ayını, sevindirici bir haber ile açıyoruz. Aposto, bültenlerin kendi ekonomilerini yaratacağı yeni bir medya modelini hayata geçiriyor. Biz de, İstanbul’da Nasıl Eğleniyorduk? bülteni olarak bu yeni modelin içerisinde yer alacağız.
Temmuz ayından itibaren bültenimizin iki sayısı sadece Aposto Premium üyelerinin görebileceği şekilde yayımlanacak. Diğer iki sayısı herkese açık olarak yayımlanacak. Bu şekilde ayda 4 sayı yayımlayacağız.
Bülten olarak bunu sevindirici bir haber olarak görüyoruz. Çünkü en azından sadece kitap ve efemera giderlerimiz için küçük de olsa kendi fonumuz olacak. Daha fazla kitap alıp, efemeralar toplayıp metinlerimizde daha özgün ve kapsamlı içerikler üretebileceğiz.
Peki bakalım, söz fazla uzatmayalım: Bu hafta yolumuz Küçükçiftlik Park’a düşüyor. Parkın 1930’lardaki halinde bir geziye çıkıyoruz.
Bu hafta neler var?
İstanbul’da nasıl eğleniyorduk? – Dünyanın en latif vadisi
Satır arasından – Asıl Maçka neresi?
Kısa kısa – Kazanova, Safiye Ayla sarhoş kavgasında bayıldı!
Radyoya git – Asmalarda Üzüm
Kemerlerinizi bağlayın! #34
İstinye Köprüsü, yıl 1931… Türkiye’deki ilk otomobil yarışlarından biri olan bu yarışı kazanan Samiye Cahid Morkaya
Bu hafta Türkiye’nin ilk otomobil yarışlarından birindeyiz ve Türkiye’nin ilk kadın sürücüsü Samiye Cahid Morkaya da pistteki yerini alan yarışmacılardan biri. Bu sebeple yarışın ayrı bir önemi de var. Her hafta bir yazısını yayımladığımız Mehmet Selahattin de yarışı anlatırken büyük bir heyecanla yazmış.
Bu hafta neler var?
İstanbul’da nasıl eğleniyorduk? – İlk Otomobil Yarışını Seyre Gidenler Arasında İki Saat
Satır arasından – Turing
Portreler – Şeyh kızı, kemençe öğretmeni ve hız tutkunu: Samiye Cahid
Kısa kısa – “20 yıllık bir amatör”
Tecessüs – Cumhuriyet İstanbulunda Otomobil
Karpuz kabuğu çoktaaan denize düştü! #35
Fedon’un denize girmesiyle sezon açılalı epey oldu. Ama yazarımız Mehmet Selahattin Fedon gibi erkenci değil anlaşılan, acelesi yok. Kendisi ancak temmuz ayında plajlara gitmeye başlamış. Hoş onda da denize girmiyor, gözlem yapıyor ama olsun. Nihayet 1930’ların plajlarında onunla birlikte biz de boy göstermeye başlayabileceğiz.
Lafı daha fazla uzatmayalım ve konuya balıklama dalalım!
Bu hafta neler var?
İstanbul’da nasıl eğleniyorduk?–Artık Plaj Mevsimine Girdik
Satır arasından–”Tren gelir hoş gelir…”
Bir varmış bir yokmuş– Solaryum Palas
Arnavutköy’de çilek borsası #36
32. sayımızı sizi çilek yemeye davet ederek kapatmıştık hatırlarsanız. Ancak çeşitli sebeplerden dolayı (çilekle kesinlikle alakası yok) bunu gerçekleştiremedik. Sonunda o gün geldi! Arnavutköy’ün meşhur çileklerini daha önce duymuş muydunuz? Duymadık diyenlerdenseniz yalnız değilsiniz. Sağolsun yazarımız Mehmet Selahattin bizi bu hafta Arnavutköy’e götürdü de biz de o sayede haberdar olduk.
Haydarpaşa Garı’nın büfesinde baharı getiren “gülden güzel kokan Arnavut çileği”ni tatmak için Arnavutköy’e kadar uzanınca ilçenin sadece çileğinden bahsetmek olmazdı. Boğaziçi’nin “Mega Revması”nı da bu ayın konuk yazarı Adnan Tetikol yazdı.
Bu hafta neler var?
İstanbul’da nasıl eğleniyorduk?-Arnavutköy’de Taze Çilek!
Konuk yazar-Boğaziçi’nin “Mega Revması”
Bir varmış bir yokmuş-Makyajlı bir meyve
Bağa gel bostana gel #37
Şarap Sıhhat ve Kuvvet verir… Beyaz şarap – Kırmızı şarap İnhisarlar idaresi (Suavi 1942)
Fark etmişsinizdir, yayınlarımızda o hafta nereye gidiyorsak oraya dair eski fotoğraflar kullanıyoruz. Ancak bu hafta tüm araştırmalarımıza rağmen Kazıklıbağ ile ilgili herhangi bir fotoğrafa denk gelemedik maalesef. Bu yüzden bu haftaki fotoğraflar İstanbul’un diğer bağları hakkında. Sonuçta herkes aynı asma kütüğünün altında eğlenmiyor muydu?
Bu hafta neler var?
İstanbul’da nasıl eğleniyorduk?-Kazıklı Bağ Âlemi Nasıl Oluyor?
Bir varmış bir yokmuş-İstanbul’un bağları
Tecessüs-Bağlarbaşı
Anadolu yakasının gözdesi #38
Bayram tatilinin getirdiği rehavetten midir bilinmez🙃 bir saat gecikmeli de olsa bu hafta Boğaz’ın o eşsiz yalıları arasından vapurla süzülerek Anadolu yakasının ucuna doğru uzanıyoruz. Çubuklu bir zamanlar gazinosu ve gazozuyla çok meşhur bir eğlence semtiydi. Bakalım bir tatil günü halk Çubuklu’da nasıl eğleniyordu?
Bu hafta neler var?
İstanbul’da nasıl eğleniyorduk?-Çubuklu’ya Doğru Bir Cevelan
Satır arasından-Bahai Körfezi, Köşkte İKEA modeli
Bir varmış bir yokmuş-Anadolu yakasının bir zamanlarki en meşhur eğlence mekânı
“Deniz olmayan yerde yaşayamam!” #39
Osmanlı döneminde İstanbul’da bir deniz hamamı
2022’nin son uzun tatilini geride bıraktık. Pek çok kişi bu tatilde kendisini deniz kenarına attı. Türkiye’deki bayram tatilinden birkaç gün önce Çek Cumhuriyeti’nde de National Holiday vardı. Prag, tatilde neredeyse boşaldı. Günlerce yollarda çok az araba vardı, şehir âdeta hayalet şehre döndü. Böyle uzun tatillerde İstanbul da aynı şekilde tenhalaşır. Ancak nüfusu o kadar yoğundur ki bu tenhalık Prag’dakinin yanına yaklaşamaz. (Arada 15 katı bir nüfus farkı var). Dolayısıyla normal zamanlara göre “şehir boşalmış ya!” demek epey güçtür.
Prag gibi şehirlerde yaşayan benim gibi insanlar denizden uzak kalıyor maalesef. (En azından İstanbul’da Nasıl Eğleniyorduk? ile deniz özlemimi bir nebze de olsa giderebiliyorum). Nehir ve göl ise yüzmek için henüz benim alışık olmadığım yerler. Hâl böyle olunca sosyal medyada Türkiye’deki tatil/deniz story’lerini görmek can sıkıcı olabiliyor. “Prag’da yaşıyorsun, hâlâ Türkiye’de olmaya mı özeniyorsun?” sorusunu sorduğunuzu duyar gibiyim. Bu da başka bir sayının konusu olsun.
Göktuğ
Bu hafta neler var?
İstanbul’da nasıl eğleniyorduk – Altınkum’da Yüzenler ve Eğlenenler
Satır arasından – Plaj dergisinden Altınkum’a sert eleştiriler
Buraya bakarlar! – Özgürlüğün modası
Fırça – Birdirbir
Karışık Ayvalık – “Benim param uğurludur!”
Vakit tamam – Semt semt meyveler
Tecessüs – Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Biraya Dair
İstanbul’un meşhur ıstakozu #40
Bir ıstakoz mezatı
Yazarımız Mehmet Selahattin bu hafta Akıntıburnu’nda Boğaz’a karşı rakı sefası yapıyor. Hele bir buranın meşhur ıstakozunu anlatışı var ki insanın 100 yıl sonra olsa bile canı çekmiyor değil. (Veganlar bize ne olur kızmasın).
Haydi o zaman bu hafta iki duble parlatıp bir şeyler atıştırırken musiki eşliğinde kayıp giden gençliğimize dertlenelim! (İçkinin zararlı olduğunu da eklemeden geçmeyelim)
Eşekten inip ata bindik #41
Adalar’da eşekle gezer bir grup
“Attan inip eşeğe binmek” deyimini genelde “elindeki iyi bir şeyi yitirip daha niteliksiz benzerine sahip olmak” anlamında kullanırız. Eşekten ata geçiş süreci ise sancılı ve bununla birlikte daha konforlu bir hayat sunar. Bu durumun bir benzerini de İstanbul’a atlı faytonların ilk geldiği zamanlarda yaşadık. Özellikle Adalar’da bunun ciddi kavgası verildi. Daha zengin kesim atlı faytonların Adalar’da kullanılması için çabalarken, o zamanlar adaların en güçlü esnafı olan ‘eşekçiler loncası’ pazarı paylaşmamak için ciddi mücadele verdi… Detaylar aşağıda….
Bu hafta neler var?
İstanbul’da nasıl eğleniyorduk? – Kuş bakışı Büyükada
Satır arasından – Yorgoli’den Yörükali’ye
Bir varmış bir yokmuş – Eşek memnu!
Vakit tamam – Yeme-içme hep lüks müydü?
Fırça – Terkos suyu mu, Taşdelen mi?
Geçmişin geleceği – Şehri tanımak ve hatırlamak için
Yıl 1930: Su içmek için sıraya girenler #42
Tuzla İçmeleri’nde sıraya girenler
Hatırlıyorum, küçükken Ayvalıklıların ekşi su dedikleri çeşmeye giderdik. Her gittiğimizde de bu çeşmenin başına park etmiş bir iki araba olur, ailecek su içerlerdi. Biz de bu acı-ekşi sudan bardak bardak içer, beş litrelik şişelere doldururduk.
Benzeri 1930’larda İstanbul’da da yaşanıyormuş. Özellikle İçmeler’deki suda şifa arayanlar, bu sudan bardak bardak içiyormuş. Bir kaynağa gidip özellikli sudan içmek çok eski bir gelenek olsa gerek. Bu sayıda su içmeye gitmenin nasıl bir etkinlik olduğu üzerine yazdık.
Oğul
Bu hafta neler var?
İstanbul’da nasıl eğleniyorduk? – İçme suyunda geçen saatler
Satır arasından – Yeniden hayat bulmak için bir bardak su için
Bir varmış bir yokmuş – 13 ile mücadele cemiyetleri
Tecessüs – “Bir İstanbul Macerası”
Mısır yemeden geçen yaz yaşanmamıştır #43
Osmanlı döneminde Göksu
Bu hafta neler var?
İstanbul’da nasıl eğleniyorduk? – Küçüksu’da birkaç saat
Satır arasından – Dört fotoğrafta Göksu Köprüsü
Bir varmış bir yokmuş – İnsanları kandırmak çocuk oyuncağı!
Radyoya git – Mavi boncuk, Gidelim Göksu’ya
İşportada “Sev Beni” #44
Salacak Plajı ve karşısında Kız Kulesi
Seyyarların sattığı ürünlere hep bir ilgim oldu.
Banka camlarından aşağı taklalar atarak inen küçücük Spiderman oyuncakları, bir sigaranın ucunun değmesiyle patlayacak olan helyum balonları, kuş sesi çıkarmaya yarayan dil altlığı, kafa masajı yapan tel ahtapot, yukarı fırlatılan ışıklı pervane, güvercin yemi, yağmurlu günlerde anında ortaya çıkan kullan at şemsiyeler, döner bilyeli stres çarkı, selfie çubuğu… Uzar gider bu liste.
Bu hafta Salacak tarafındayız. Sene 1931. Yandan çarklıya yetişmek için dar bir sokaktan iskeleye doğru koşturuyoruz. Seyyar bağırıyor: Sev beni, hatırla beni, unutma beni…
Bu hafta neler var?
İstanbul’da nasıl eğleniyorduk? – Salacak sahillerinde bir saat
Bir varmış bir yokmuş – Dünyanın en güzel manzarasına sahip plajı
Buraya bakarlar – İşporta duygular
Satır arasından – Amerikalı tayyareciler rekor kırdı
“Bu akşam Asfalta çıkıyor muyuz?” #45
Suadiye Plajı
1930’larda “asfalta çıkmak,” bugünlerdeki “piyasaya çıkmak” ya da “ortamlara akmak” gibi kullanılan bir söz. Bunun sebebi, daha fazla mekân barındıran ve daha sosyal caddelerin asfalt ile kaplanmış olması. O zamanlarda geceye akmak için vardığınız caddenin ilginç yanı toprak değil, asfalt olması…
Bu sayımızda Bağdat Caddesi’nden Suadiye Plajı’na uzanıyoruz.
Bu hafta neler var?
İstanbul’da nasıl eğleniyorduk? – Suadiye’ye kadar otobüs safası
Vurdu gol oldu! – Zengin sporu
Hikâyeler – Deniz kızının bizdeki birkaç hikâyesi
Satır arasından – Hayvan derisi yüzdürmekten insan yüzdürmeye
Yetişkinlere oyuncaklar: İstanbul’un ilk lunaparkı #46
İstanbul’da Nasıl Eğleniyorduk? yayınında yazmanın en keyifli yanlarından biri, hiç bilmediğiniz bir konuda araştırma yapmak. En zor yanlarından biri de bu. Özellikle yurt dışından transfer edilen bir eğlence şekliyse aranan “Lunapark,” “Luna park” ya da “Lünapark” gibi farklı Türkçeleştirmeler ortaya çıkabiliyor. Her kelimeyi teker teker aratmak gerekiyor. Üstelik ayakla çevrilen atlı karıncanın, ufak tefek halka atma oyunların olduğu yerlere de lunapark denmesi pek olası. Nedir lunaparkın olmazsa olması? Bizce elektrikli çarpışan araba. Mesela, yerli malı haftasında açılan seyyar lunaparklarda hangi oyuncakların olduğunu öğrenemiyoruz. Bir haftalık etkinlik için de çarpışan araba ya da dönen sandalyeler kurulmaz ya…
Bu sayıda bütün bunların arasından sıyrılıp Türkiye’nin düzenli ilk lunaparkına ulaştık diyebilir miyiz? Sanırım ulaştık…
Bu hafta neler var?
İstanbul’da nasıl eğleniyorduk? – Luna Park’ta birkaç saat
Satır arasından – İstanbul’un gazetelere haber olmayan ilk lunaparkı
Buraya Bakarlar! – Suçlu bir kumaş!
Tecessüs – Bir Başka İstanbul
Boğaziçi’nin kayıp beş yılı #47
Fatih Akın’ın 2005 tarihli “İstanbul Hatırası: Köprüyü Geçmek” belgeselinde Siya Siyabend grubu, Taksim’den Tünel’e doğru nasıl sürüldüklerini anlatır.
“Sokakta müzik yapan insanlardan bahsediyorum. Taksim meydanından beri biz çalıyoruz. Fransız Kültür, devam ettik Mis Sokak, Emek Sineması, Galatasaray Lisesi’nin önü. Devam ettik Oda Kule… Yani (polis) bizi böyle ite ite Tünel’e sıkıştırdı.”
Bu sürülme hikayesi sokak sanatçılarının Tünel’de buluşmasına yol açar. Ressamlar, müzisyenler, yönetmenler, oyuncular, dansçılar, jonglörler akla gelebilecek tüm sanatçılar Tünel’de buluşuyordu.
Tünel, sıkıcı yaşamdan hayatın başka bir olasılığına geçiş yeriydi. Bir anlık heyecanla imece usulü festivaller, gecenin bir vakti jam session’lar düzenleniyor, ressamlar birbirini portresini çizip atışıyor, Manu Chao biletli konseri sonrası Tünel’de bir mekanda diğer müzisyenler ile birlikte çalıyordu. Tahmin edilemez olasılıkların hayat bulduğu güzel bir yerdi, Tünel, 2008 ila 2011 yıllarında.
Sonra buradaki birçok mekan el değiştirmeye başladı. Sermaye, sanatçıları oradan çıkarmaya başlamıştı. Aşağıya Galata Kulesi’ne indik. Sokak müzisyenleri birasını bakkaldan alıp geleni meydana topluyordu. Bu sefer belediye yerlerde oturmasınlar diye her akşam Galata Kulesi’nin altını yıkamaya başladı. Tekrar kovulmuştuk.
Biraz daha aşağıya Karaköy’e indik. Karaköy’ün izbe sokaklarında araba tamircilerinin atölyeleri bir geceliğine kiralanıyor, kötü ses sistemlerinin arasında sıcak biralı punk konserleri veriliyordu…
Karaköy’den de kovulduk, çok geçmeden… Vapura binip Kadıköy’e geçtik…
Bu hafta 1930’ların İstanbul’unda şehir içi göçü anlatıyoruz.
Yıl 1936: Kraliyet Ailesi İstanbul’da
Dünya gündemi kaynayan kazan olmaya devam ederken monarşinin en önemli ve son temsilcilerinden İngiltere ve bilumum eski İngiliz sömürgelerinin kraliçesi II. Elizabeth’in uzun yaşamı sona erdi. Kimileri bu ölüme üzülürken kimileri de bu “zamanlı” gidişe sevindi. Çünkü Kraliçe’nin ölümü belki de bir açıdan bir devrin sona ermesi demekti.
Dünya gündemi bir süreliğine de olsa Kraliçe’nin ölümüyle meşgul olunca ve cenazesi de dün gerçekleşince biz de başta İngiliz kraliyet ailesinin İstanbul ziyaretlerini ve kraliyet ailesiyle ilgili Türkiye basınına yansıyan kimi konu ve olayları ele alalım dedik.
Bağ bozumunu İstanbul’da kutlamak #48
Acabadem Örnek Bağı
Kökenleri yüzyıllar öncesine dayanan bağ bozumu günümüzde bir tatil aracına dönüştü. Bağ bozumu vesilesiyle pek çok insan yılın bu zamanlarında İstanbul’dan özellikle Bozcaada’ya gidiyor. Biz ise bir zamanlar üzüm bağlarıyla da anılan İstanbul’da kaldık ve 1930’larda şehrin bağlarıyla meşhur bölgesi Bayrampaşa’daki Maltepe Numune Bağı’nda bağ bozumunu karşılayalım dedik. Bu ayın konuk yazarı Nalan Fidan ise, bizi İstanbul’un bağlarında bir gezintiye çıkardı.
Bu hafta neler var?
İstanbul’da nasıl eğleniyorduk? – Maltepe Bağlarında
Konuk yazar – “Bir zamanlar kalbe giden yol, BAĞLARDAN geçermiş”
Porteler – Ölüyü dirilten, bülbülü susturan bir ses
“Bir yudum rakı, bir yudum hava” #49
Bu hafta neler var?
İstanbul’da nasıl eğleniyorduk? – Baltalimanı’nda Bir Kır Âlemi
Portreler – “Yazık oldu Süleyman Efendi’ye!”
Bir varmış bir yokmuş – 1930’larda ‘şerbet’ krizi
Tecessüs/Söyleşi – “Burgazada: tadına doyum olmaz şiirsel mekânım…”
Tecessüs– Kanal İstanbul
1920: 4 yıl sürecek içki yasakları başladı!.. #50
Bozdoğan Kemeri üzerinden 1900’lerin başında Fatih’e bakış
İçki yasağı Türkiye’de yaşandı. Milli Mücadele zamanıydı, Cumhuriyet yeni kurulmuştu. Dinî gerekçelerle ilgisi olmayan bu yasak, daha çok tasarrufla ve Kurtuluş Savaşı’yla ilgiliydi.
1920 ila 1924 yıllarını kapsayan bu içki yasağı sosyal ve ekonomik yansımalarıyla çok uzun bir konu. Bunun için özel bir sayı çıkarmayı düşünüyoruz. Özellikle bu yasak TBMM’den geçerken lehte 71, aleyhte de 71 oy almıştı. Sonuçta karar Meclis Başkanı’nın oyuyla belirlendi. Toplum olarak karpuz gibi ortadan ayrıldığımız, kutuplaştığımız ilk olaylardan biri diyebiliriz. Denk geldiği için konuya küçük bir değinip orada bırakıyoruz. O dönem sadece mekânların nasıl çözüm ürettiğine odaklanıyoruz. İlerleyen sayılara bıraktığımız diğer konular:
Nermin Bar’daki cinayet…
İçki yasağı karikatürleri…
Bu hafta neler var?
İstanbul’da Nasıl Eğleniyorduk? – Yağmur… Artık sonbahar geldi, sayılı günlerdeyiz
Konuk yazar – 20’lerde 20’lik: Hoş geldin Türkiye Cumhuriyeti. Dans edelim mi?
İstanbul-Prag Hattı – Old Men Milk
“İstanbul’da Nasıl Eğleniyorduk?” bir yaşında
İstanbul’un eğlence hayatı kaç yüzyıllık bir geçmişe sahip hesap etmedik. (Eğlenceyi insanlığın var oluşuna kadar götürürsen binlerce yıl yapar.) Ama bir yıl boyunca bizimle birlikte İstanbul’un eski eğlence hayatının izini süren okurlarımıza teşekkür ediyoruz.
Pastırma yazı #51
Rumeli Hisarı
Yine pastırma sıcaklarını yaşadığımız günlerdeyiz. Ekim ayının son günlerinde başlayan, kasım ayının ortalarına kadar devam eden, havanın mevsim normallerinin üstünde seyrettiği günlere pastırma yazı deniyor.
Bu hafta 1929 yılında Rumeli Hisarı’ndayız. Küçük bir tarihî turu yapıyoruz. Yazının yazıldığı tarihte Rumeli Hisarı bitap hâlde. Restorasyon çalışmalarının başlamasına henüz 32 yıl var.
Bahçesi, feneri, yarımadası ve resimleri #52
Fenerbahçe deniz hamamı
Ekimi nasıl bitirdiğimizi anlayamadan kasım ayının ilk sayısı ile karşınızdayız. Sonbahar, sanırım en hızlı geçen mevsim. Kış zaten tüm soğukluğuyla eve kapandığımız bir döneme denk gelirken baharın gelişini sokaklara dökülerek kutluyoruz. Yazın gelmesi ise kendimizi plajlara atmamız, tatile çıkmamız ile sonuçlanıyor. Peki sonbahar? Sonbahar aylarının mekânı neresi? Yazdan kalma havalarda sahiller, kışı hatırlatan günlerde kapalı mekânlara kaçıyoruz. Peki sonbahara özel bir mekân yok mu?
Bu sayıda 1929 yılının Fenerbahçe Yarımadasındayız. Sakin bir tur yapıp Fenerbahçe’nin tarihine yakından bir bakış atmaya çalışacağız.
Okullu mu, alaylı mı? #53
Dârülbedayi (İstanbul Şehir Tiyatroları)
Tiyatro camiasının içinden çıkamadığı tartışmalardan biri de oyuncular arasında yaşanır. Tartışma şu soruyla başlar: Okullu mu, alaylı mı?
Herhangi bir oyunculuk okulunda eğitim alanlar, kendilerini okullu olarak tanımlayıp okullu olmanın iyi bir oyunculuk için elzem olduğunu savunurken usta çırak ilişkisi içinde oyunculuğu öğrenenler ise alaylı olmayı önemserler. Bu tartışmanın her iki tarafı da konuya genellikle kendi pozisyonlarından baktıkları için sonuca ulaşmayacak bir tartışma…
Bu sayıda “Okullu mu, alaylı mı?” tartışmasının başladığı Darülbedayi’deyiz, yani Güzellikler Evi’nde…
1911: Batı medeniyetine bar kapısından mı girdik? #Gardenbar Özel Sayı
Gardenbar
“Mesela dans etmek medeniyet midir? Bara gitmek medeniyet midir? İçki içmek, çorapsız yarı çıplak gezmek medeniyet midir?”
Gazeteci yazar Fikret Adil, dönemin en önemli mekânlarından biri olan Gardenbar’ın kapanışından sonra yayımlanan, 1939 tarihli yazı dizisine bu soruları sorarak başlıyor.
Eğlence hayatına, dans etmeye, bara gitmeye, içki içmeye ve yarı çıplak gezmeye yaklaşık yüz yıldır devam eden tartışmaya dair Fikret Adil’in verdiği cevap şöyle:
“Garp muvaffakiyeti dediğimiz aleme mensup milletlerin dans ettiği, bara gittiği, içki içip çorapsız, yarı çıplak gezip gezmediği hakkında münakaşa edilemez. Biz de şark kültürünü bırakıp garp kültürünü alırken işe evvela gözle görünenden başladık. Bu değişmenin harp sonu gibi bir devreye isabet edişi, insanların eğlenceye olan tabii temayülleriyle de birleşince bizi garp medeniyetine bar kapısından soktu.”
Gerçekten de Batı medeniyetine bar kapısından mı girdik? Bu güzel bir tartışma…
İstanbul’un en önemli mekânlarından biri Gardenbar, 1911’de açılır. 28 yıl boyunca hizmet verir, Türkiye’de gece hayatına dair birçok yeniliğin öncüsü olur. 1939’da kapandığında, Vakit gazetesi, Fikret Adil’e anılarından oluşan bir yazı dizisi yazmasını ister. 20 sayıdan oluşan yazı dizisi, hem dönemin en önemli kayıtlarından biri hem de ciddi bir etik ve politik tartışmadır.
Son 10 yılda Beyoğlu’nda birçok mekânın kapanmasını sadece birer küçük söyleşi ile geçiştirdiğimizi düşününce gazetecilik konusunda ne kadar geriye gittiğimizi, ülkenin zehirli gündeminden eğlence üzerinden hayatımızı tartışmaya fırsat bulamadığımızı görüyoruz.
Bu sayıda Gardenbar ile ilgili Fikret Adil’in yazı dizisini özet hâlinde yayımlıyoruz. Dönemin gece hayatına dair dikkati çeken detayları, hikâyeleri bugüne ışık tutacak şekilde aktarma gayretindeyiz.
Sinema ile tanışıyoruz: Kaytan bıyıklar, kalp şeklinde rujlar… #54
Taksim Sineması
Eğlencenin en ölü olduğu zamanlar 1930’larda da kasım ayı civarına denk geliyor. Bugünlerde de pek farklı değil gibi… Şimdiden “Yılbaşında ne yapacaksın?” sorularını duyar olduk. Herkes bugünleri maddi anlamda tasarruflu şekilde geçirip, soğuk havalara kendini alıştırmaya çalışıyor. Kendi kendine eğlenmek de çok güzel seçenekler barındırıyor: Aşık olmak, battaniye ve film, sobada sıcak şarap, sokak kedilerini evde misafir etmek gibi…
Yazılarını takip ettiğimiz yazarımız da soğuk bir Beyoğlu akşamında oturduğu mekândan gelip geçenlerle ilgili hayali tespitlerde bulunuyor. “O kesin böyledir” “şu şöyledir”… Mehmet Selahattin gelen geçenle ilgili uyduradursun ilginç bir şey fark ettik. Yazıda geçen sinema yıldızlarının bıyıkları ya da ruj sürme şekilleriyle de küresel boyutta ünlü olduklarını öğrendik. Medya teknolojilerinin bu kadar gelişmediği, henüz sosyal medyanın olmadığı dönemde, 1920’ler 30’larda da bir filmin senaryodan, hikâyeden çok daha fazlası olduğunu; oyuncuların ABD’den buraya bir bıyık tarzı, bir ruj sürme şekli taşıdığını görüyoruz.
İstanbul’un ilk pastaneleri #55
Markiz Pastanesi
Merhaba,
Bu hafta uzun bir sayı ile karşınızdayız. Spota yazdığımız tüm soruların cevaplarını ve daha fazlasını bu sayıda bulacaksınız. Ne diyelim, sözü uzatmadan sayıya başlayalım…
Karaborsada gazete satışı #56
İstanbul’un eğlence ve gece hayatını anlatırken en büyük kaynaklardan biri dönemin gazeteleri oluyor. Sıradan yaşama dair hemen hemen tüm araştırmaların ana kaynağı gazeteler ve röportaj serileri.
Bugünlere İstanbul’un 1920’li 30’lu yıllarının eğlence hayatını aktaran gazeteler, hayatta kalabilmek için çok zorlu yollardan geçti, hem ekonomik hem politik baskılar altında kaldı, Harf İnkılabı sebebiyle bir süre bocaladı. Bununla birlikte toplumda ortaya çıkan özgürlük talepleri sırasında “yok” sattığı da ortada.
Bu sayıda Türk basınının ilk yüz yılını inceledik…
Ayrıca Kitap Yayınevi’nin kurucusu ve Genel Yayın Yönetmeni Çağatay Anadol ile bir söyleşi gerçekleştirdik.
1930’ların “fakir”leri #57
Fakirizm
Bu hafta yazarımız Mehmet Selahattin bir ev eğlencesinde boy gösterince aklımıza acaba eskiden evlerde nasıl eğleniliyordu sorusu takıldı. Bu soruya en iyi cevap verebilecek kişilerden biri İstanbul Apartmanları kitabıyla tanıdığımız Turhan Farajova’ydı.
Piyango teminattır, kumbara ihtimal #58
Cengiz Kahraman Koleksiyonu, Yapı Kredi Arşivi
1930’larda, Büyük Buhran’ın baş gösterdiği yıllarda Türkiye’nin önem verdiği politikaların başında tasarruf ve yerli malı geliyordu. Özellikle İş Bankası ve Ziraat Bankası halka kumbara dağıtıyor, 7’den 70’e herkesin varlıklarını biriktirmesini sağlamaya çalışıyordu. Tam da bu dönem Gazi Cemal’in piyango gişesinin yayımladığı bir gazete ilanı dikkat çekici: “Kazandığın paradan ayda bir kaç kuruş arttırmakla ihtiyarlığınızı rahat geçirmenin ihtimalini çoğaltırsınız. Tayyare piyango bileti, mesut yaşamanın ve ihtiyarlığı rahat geçirmenin en iyi teminatıdır. Adres: İş Bankası’nın karşısı”
Gerçekten de cadde boyunca yürüyen bir vatandaş, İş Bankası’nın camekânında bir kumbara reklamı görür ve son bir lirasıyla tasarrufa başlamayı düşünürken piyango gişesinden yükselen “geleceğinin teminatı burası” sözleri aklını çelmeye çok daha yakındır.
Bu hafta 1932 yılındayız ve bir adet piyango bileti alıyoruz.
1930’larda kavgasıyla, pisliğiyle nam salmış bir meyhane: Barba’nın yeri #59
1920’lerde, 30’larda gezerken genelde şaşaalı eğlencelere, inanılmaz gösterilere, yepyeni icatların getirdiklerine, imparatorluktan cumhuriyete geçiş sürecinde yaşananlara odaklanıyoruz. Ama bu hafta 1930’larda İstanbul’un en pis meyhanesiyle ilgili anlatıları derledik. Kavgalarıyla nam salmış bir meyhane. Hiç de boş değil, belli bir saatten sonra mecburi istikamet.
Her türlü sanat: Varyete #60
Varyete, gösteri ve sahne sanatlarının belki de en yüksek seviyesi. Mesela, multi-yetenek bir sanatçı düşünün, ip üstünde bisiklet sürerken şarkı söylüyor. Aşk şarkısı. Bir yandan sevdiğine sesleniyor, ne kadar çok özlediğini ilan ediyor. Öte yandan bu şarkıyı dinlerken izleyiciler sevdiğini düşündüğü özlem dolu anlar yaşarken diğer yandan da şarkıcının aşağı düşmesi korkusuyla heyecanlanıyor. Yani karmaşık duygular.
İnsanda karmaşık duygular yaratan, sürekli sahneyi izlemesini sağlayan, dikkati hep üzerinde toplayan bir sahne sanatı varyete. Bu hafta odağımızda 1930’lardaki varyete sanatı var.
Biraz batı, biraz doğu: Tulûat tiyatrosu #61
Naşit Özcan bir gösteride
Geleneksel halk tiyatrosu 19. yüzyılda Batı tiyatrosuyla tanışır. Böylece bu iki akımın birleşmesiyle tulûat tiyatrosu ortaya çıkar. Olay örgüsü bilinir ancak bir metne dayanmadan, doğaçlama yapılarak oynanan bir sahne sanatıdır. Bir bakıma doğu ile batının sentezinden ortaya çıkmış bir sanattır.
Bu sayıda tulûat tiyatrosunun en büyük sanatçılarından Naşit Özcan’ın odağımıza alıyoruz. 17 Ekim 1933 tarihli Akşam gazetesinde yer alan “Naşit Bey’in tiyatrosunda 4 saat…” başlıklı yazı beş sütun boyunca bu büyük sanatçıdan bahseder. Yazının ilk cümlesi ise oldukça nettir: “İstanbul’un en ücra semtlerine, şehrin en ucundaki tahta evli mahallelere kadar gidip sorun. Komik-i şehir Naşit’in ismini bilmeyen var mıdır?”
Gerçekten de o dönemde Naşit’in ismini bilmeyen yok. Hatta gündeme dair yorumlarını ya da nasıl bir espri patlatacağını merak edenler tekrar tekrar oyunlarını izlemeye gidiyorlar.
İstanbul’un en artist mekânı #62
Merhaba,
Bu sayıda sanatçı ve siyasilerin ortak mekânı Bizim Lokanta’yı ve 1931 yılında Matbuat Balosu’nda yaşananları konu ediyoruz.
Fikret Adil’in anlatımıyla Bizim Lokanta:
“Bizde ‘kabare’ olmak istidatı gösteren birkaç yer açılmamış değildir. Rahmetli Raşit Rıza’nın Bizim Lokanta’sı bunlardandı.”
Kabarenin Türkiye’de ne zaman gösterilmeye başladığı başka bir sayının konusu. Bunların dışında Bizim Lokanta, dönemin en önemli yazar, çizer ve sanat tayfasının buluşma mekânıydı…
1929 kışı: İstanbul Boğazı’nı yürüyerek geçmek #63
1929 İstanbul kışı
Bir aylık bir aradan sonra yayınımızla tekrar karşınızdayız. Bu sayıda 1929 yılında İstanbul’da yaşanan büyük kış felaketini işliyoruz. Ayrıca eski İstanbul’un gündelik yaşamı ve eğlence hayatı denince akla gelen ilk isimlerden biri olan Gökhan Akçura ile bir söyleşi gerçekleştirdik.
Öldüren Adam: Bu filmi beğenen yok! #64
Marie Bell
Bu sayının başlığını okuyunca neyi ima ettiğimizi merak ederek tıklamış olan herkesten özür dileyerek sözlerimize başlayalım.
Gerçekten de 1931 yılında vizyona giren Öldüren Adam isimli bir filmden bahsedeceğiz. Fransa yapımı bu filmin dış sahneleri İstanbul’da çekilmiş, ilk kez uluslararası bir film yıldızı bir filmde Türkçe konuşmuş. Ancak 1931 tarihli tüm gazete yazılarını taradık, hakkında tek bir beğeni cümlesi bile okuyamadık. Bu yüzden bu ilginç durumu detaylandırarak anlatıyoruz.
Bu sayıda neler var?
İstanbul’da nasıl eğleniyorduk? – Mart içeri pire dışarı
Bir varmış, bir yokmuş – Ortaköy Deresi’nin üzerindeki kahvehane
Perde arkası – Bu filmi beğenen yok
İstanbul – Prag hattı – Kapıldım gidiyorum
Vakit tamam – 1930’larda siyah bira
1930’larda sosyete düğünü #65
Bu hafta 1930 yılının Mart ayındayız. Evde düzenlenen, davetlilerin smokin giydiği, açık büfenin olduğu, salonda cazbantın çaldığı bir düğündeyiz. Dönemin sosyete düğünlerinden biri.
Konuk yazarımız Kafkas Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Tolga Akay ise Osmanlı’nın son dönemlerinde İstanbul’daki suçu anlatıyor.
Ayrıca Mezat Gündemi isimli bir kanal açtık. Bu kanalda haftanın online mezatlarını derlemeye çalışıyoruz.
Sene 1933: Buralar Eskiden Hep Taşlık’tı! #66
Taşkışla tarafından Maçka, Taşlık görünüşü – 1950’ler
Mart ayı bitmek üzere, yaz da kendini iyiden iyiye hissettirmeye başladı. Bu hafta Beşiktaş sırtında Taşlık diye bir yerdeyiz. Manzaraya dalmış konuşuyoruz. Laf lafı açıyor; önce Seyyan Hanım’ın Mazide isimli şarkısıyla geçmiş bir aşk hikâyesine dalıyoruz, ardından İstanbul’un önde gelen Yahudi ailenin biricik kızı Matmazel Şor ile Yunan aktör Mösyö Papas ikilisinin arasında geçenleri konuşuyoruz.
Çeşmenin başını tutanlar #67
Bu yaz nereye gideceksiniz? Bodrum, Kaş, Alaçatı… Ege ve Akdeniz’de seçenekler çok. Ben yine bir yere gidemeyip Ayvalık’ta kalacağım gibi gözüküyor.
Bu sayıda “Nerede yazlık tutalım?” tartışmasının ortasında kalıyoruz. Sene 1933 ve yazlık seçenekleri bugünlerden çok farklı: Küçükçekmece, Suadiye, Büyükada, Beylerbeyi, Çengelköy… Bu tartışmanın ortasında birisinin de dediği gibi “Hem İstanbul’a da yakın.”
Sene 1931: Çay davetine smokinle katılmak… #68
Merhaba,
Bu hafta 1931 senesindeyiz. Bir çay davetine katılıyoruz. Çayın en pahalı içeceklerden biri olduğu zamanlar. Bu sebeple de özel davetlerin birçoğunda çay ikram etmek büyük bir lüks göstergesi oluyor. Tabii ki çay böylesine lüks bir içecekken davete giderken smokin giymek icap ediyor.
Bu 23 Nisan’da tekrar çocuk olalım! #69
Önümüzdeki hafta 23 Nisan Ulusal Egemenlik Ve Çocuk Bayramı. Biz de bu hafta 1929 yılının 23 Nisan’ına gidiyoruz, kendi çocukluğumuzu hatırlıyoruz.
Çocukluğunuzdan kalma 23 Nisan gününe dair fotoğraflarınızı tarih ve yer bilgisi de vererek bize yollayın, Instagram hesabımızda 23 Nisan şerefine paylaşalım. O gün hep beraber yeniden çocuk olalım…
Erkekler geriye, kadınlar ileriye #70
Bu hafta kadınların belediye seçimlerinde seçme ve seçilme hakkını kazanması vesilesiyle Kadınlar Birliği’nin 11 Nisan 1930’da düzenlediği ilk mitinge gidiyoruz.
Yer: Sultanahmet Meydanı. Alan hıncahınç dolmuş. Erkekler alaylı ve meraklı şekilde mitingi takip ediyor. Kadınlar ise haklı bir gurur ve umut içinde. Çünkü artık geri dönüş yoktur. Mücadelelerinin meyvelerini toplamaya başlamışlardır. Bu kazanım uzun yolculuklarındaki önemli kilometre taşlarından biridir.
Bu hafta 11 Nisan 1930’dayız. Bu hafta kadınların İstanbul’da mücadele ederek nasıl “eğlendiklerini” şahit oluyoruz…